17.12.12

“HAVADAN SUDAN DÜŞÜNMEK”

Havalar soğudu.
Su ve kar potansiyeli fizik ve kimyamız aracılığı ile ruhumuza (torpilli müdürlerin becerdiği gibi) mobbing terörü uygulayadursun, her kışın ilkbahara çıkan yol olduğunu biliyoruz.
Algımız, gitarın mi teli kadar tiz bu mevsimde. Gazı koz, rakıyı gazoz gibi anlamak her an olasılık kapsamında.

Winziplenen ruhumuzun üretkenliği daralmakta, motorlar benzin yerine yağ yakmakta.

Ağrılar kışkırtılmaya eğimli. Romatizmalar azsa da, romaNtizma mevsimine çeyrek kaldığını hatırlamakta fayda var.
Oysa bir gün Mart da gelecek, kara kedi dam üstünde aşka zıplayacak.

Pamuk kıvamındaki kara bulutlar yastık kılıflarına basılacak, kedilerin aşk yatağına eklenecek. Bulutlardan emilen suyu dağlar ovalara, belediyeler Şubat’ın kova burcuna akıtacak.

İzelenmeme rekoru kıran trt ve spor payı gibi vızzıklar faturaya eklenerek, biz avanak kullara satacak.
Havalar soğudu. Su buz olacak; sonra da tersi…
Başka mevsimlerde ter olarak bedenimizi terk eden emek suyu, bu mevsimde grip suyu olarak burnumuzdan akacak. Biz yine çalışıp yorulacağız. Torpilci sektör yine kaytarma masasındaki bilgisayarda spider solarite oynayarak aybaşı kovalamaya devam edecek. Onların Kap-kaç-italist efendileri de, Kar suyunun yağmur fırtınasında savruluşunu, pencerenin buğulu matlığına parmak çiziği atarak görecekler.

“Havadan sudan meseleler” önemsiz konular anlamıyla anılmaya devam edecek. Çünkü bu düzen bu gidişle asla değişmeyecek! Hava ve suyun, vazgeçilmez, özelleştirilemez yaşamsal ve sıtratejik gereklerden olduğunun farkına varılmayacak; havadan sudan… biçiminde küçümsenerek, bedavadan emilmeye, atmosfer kirletilmeye, bacalar tütmeye devam edecek. Çok yakında su gibi hava da özel-leş-tirlecek, Allahın havası ve suyu birkaç vatansevicinin üretim aracı olarak, biz frkındasız kullara buz kazığı olarak geri dönecek.

Bunu biliyoruz da refleks ile değil, “bir durup düşünürsek” öyle….

9.11.12

Atatürk Devrimi Sosyolojisi


Atatürk Devrimi
Dünya Emperyal savaşlarından sonra direnmeyi başaranlar, geleceğini yeni ideolojik zemin üzerinde yeniden kurmaya başlamıştı.
 Savaşın sanıkları halkının ortalama yaşam kalitesini yükseltince, sömürü çarkının büyüğünü masum toplumlar üzerine kurdular, kendi halkına karşı -nispeten- uysallaştılar.

Savaş ve İmparatorluk mağduru olan bizde ise yeniden yapılanma, yalpalayarak yine kapitalizm iskeleti üzerine oturduldu. 
T.Cumhuriyeti, İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlarla tercihini kapitalizmden yana koymuş bir devlet yapılanmasıdır. Buna karşılık, sol ve sosyalizm her dönemin korkuluğu olarak halkın karşısına dikilmiş, geçen 90 yılda istenilen hedefe ulaşılamayınca, beceriksizliğe bakılacağı yerde, hep öcü'ye dikkat kesilmesi sürdürülmüştür.

Ulus aşırı sömürü mekanizmasını (neo-liberalizmi) kuramayan yerli kapitalizm, kendi çemberindeki sistemi feodal kriterlerle ayakta tutarken, özellikle hukuk ve insan hakları çerçevesinde zaman zaman neo-kapitalizm ile çatışsa da, yine aynı kulvara dönmekten başka yol aramamıştır.

Kemalist Sistem Halkçılık ve Devrimcilik ilkesiyle, sınıfsız toplum mesajını, Sovyet Sosyalizmine yaranmak ve oradan gelecek yardımları kolaylaştırmak gibi bir amacı düşündürüyor. Milliyetçilik, Devletçilik  ve Laiklik ilkeleriyle ise, Ümmetçiliğin direnişine karşı daha daraltılmış ve kontrol imkanı kolaylaştırılmış alternatif bir toplum/yönetim modeli olarak düşünülmüştür. Cumhuriyetçilik, Teokratik düzenin alternatifi olarak hem simgesel, hem de diğer ilkelerin şemsiyesi konumunda bir anlayış olarak kabul görmüştür.
Kemalizmin kendine has ideolojik bir ekonomik modeli yoktur. Dünya savaşlarının iki kutbu olan ABD kapitalizmi ile Sovvet Sosyalizminin ortasında bir yerde durmayı "pragmatizm" kapsamında düşünmüşlerdir. "Karma ekonomi" denilen, bir ayağı Sosyalizmin planlı kalkınma (devletçilik) modeli, diğer ayağı ise kapitalizmin serbest piyasa üretim modeli olarak kurulmuştur.
Bir anlamda Sosyal Demokrasi modeline yakın durduğu iddia edilen karma ekonomi, emeği sermaye karşısında tam da uçurumun kenarındayken tutma anlayışıdır.
Emek ile sermaye uzlaşması Karl Marks'ın "emek-değer teorisine" göre değil, emeği "katlanılamaz krizi eşiği"nden çekip, dayanılabilir noktaya taşıma misyonu olarak yorumlanabilir. Sağ eli sermayenin elini tutarken, sol elini emekçiye uzatması, (sağ elin sol ele göre daha fazla işlerliği dikkate alınırsa), kayırma gizemini de açıklamaktadır.


Kurt Steinhaus, Atatürk Devrimi Sosyolojisinde, bu günlerimizin temeli olan konuyu en ince ayrıntılarıyla yazmış. Konu başlığını açıklayan kısa bir özeti ilginize sunuyorum. Bu kitabın, Atatürk ve Kemalizm üzerine yazılmış en ikna edici, bilimsel incelemelerden biri olduğunu düşünmekteyim. Türkçesi M. Akkaş, Sarmal Yayınevi.

* * *

"TCF(Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) ve SCF (Serbest Cumhuriyet Fırkası) din, politika ve ekonomi alanlarında liberalleşme isteklerinde bulunurken-objektif olarak- Osmanlı gelenekçiliği ve kompradorluğunun çıkarlarını temsil ediyorlardı.

1924'ten 1930 yılına dek edinilen tecrübeler, genel olarak, Cumhuriyet Halk Partisi karşısında sosyalistler dışındaki her muhalefetin, sisteme karşı çıkanları ve gelenekçilerin toplanma yerleri olduğunu göstermektedir: Laik ve anti-feodal görüşlerle burjuva toplumu fikirlerine karşı çıkan bu kuvvetlerin hangi kişisel amaçlarla bağımsız örgütler haline geldikleri önemli değildir. Bu nedenle, mahkeme huzurunda hiçbir zaman aydınlığa kavuşmayan birçok iddialardan biri gibi,

TCF'nin İzmir suikastinde ve Kürt isyanında parmağı olup olmadığı iddiasının doğruluğu da politik açıdan fazla önem taşımaz. Parlamento içindeki ve dışındaki sağcı muhalefetler, devrime karşı faaliyetlerinde aynı görüşleri paylaşmaktaydılar.

Türk Komünist Partisi'ne karşı, Kemalist hareket iki farklı tutum benimsemiştir. 1920 yılı Mayıs'ında Mustafa Kemal bir dostuna Türk Komünist Partisi' ni kurdurdu. Bu parti, ''Tanrının yardımı ile kurulduğunu'' ve ''İslamlığın aslında komünistlik, olduğunu'' ilan ettikten sonra, Üçüncü Enternasyonal'e katılma isteğinde bulununca gülünç bir duruma düştü.

Kominterne bağlı olan Türk Komünist Partisi, 1925 yılında yasaklanmasından önce de sürekli olarak kanun dışı ilan edilmeye çalışılıyor , polis ve mahkemelerce sert kovuşturmalara tabi tutuluyordu. Bütün bunlara bir de kanun dışı girişilen özel linç olayları eklenebilir. Örneğin, 1920 yılı baharında merkez komitesinin üç üyesi ile on iki parti üyesi linç edildi. Komünist Enternasyonal, 1925 yılında Türkiye grubunun ortadan kaldırıldığını'' açıkladı.

Türk komünistlerini sürekli kovuşturmasına rağmen Kemalizm, politik ve ekonomik bağımsızlık savaşını vermekte olduğundan ve laiklik uygulamaya çalıştığından desteklenmişti. Bir yandan da, Komüntern (uluslararası 3.enternasyonal) Türk Komünist Parti'sinin, kentlerde yaşayan proleter ve köylülerin partisi haline gelebilmesi için ciddi çabalara girişilmesini istemiştir.

Böylece devrim olayının yalnız burjuva düzeni çerçevesi içinde kalmaması, emekçilerin sosyal ihtiyaçlarını karşılamak üzere daha ileri götürülmesi öngörülüyordu.

Görülüyor ki, Komünist Partisi, bir yandan, burjuva devrimini benimsiyor, ancak, öte yandan, bunu sosyalist bir toplum kurma yolunda geçici bir aşama olarak yorumluyordu. Bu gerçek, komünistlerin Kemalist hareket tarafından neden müttefik olarak kabul edilmediklerini açıklar.

Batı Avrupa endüstri ülkelerini örnek alan CHP, kapitalist toplum biçimini devrimin nihai amacı olarak görüyordu. Bu parti, bujuvazinin güçsüzlüğü ve alt tabakaların yoksulluğu nedeniyle, zorunlu olarak, gerçekleştirilmesi gereken sosyalist bir devlet biçimine kapalıydı.

Burjuva toplumunun dayanabileceği Sosyal tabakaların zayıflıkları nedeniyle, Avrupa parlamenterizminin Türkiye'de tam olarak yerleşmesi, objektif olarak imkansızdı. Bundan başka, parlamenter demokrasiye kalan küçük faaliyet alanı, devrim ve karşı-devrim faaliyetleri yüzünden gittikçe daralıyordu. Bu alanda ve egemenliğin çeşitli' tabakalara göre uygulanması yönünden denge sağlanamadı. ''Siyasete karışan kitleler azınlıkta idi. CHP bile, halkı kendi tarafına çekmeye çalışmıyor; köylere girmeyen bölgesel örgütler, yalnız kentlerdeki idarecileri denetliyor ve etkisi altına alabiliyordu. Bağımsız sendika ve köylü birlikleri hukuki kısıtlamalardan ötürü gelişemiyorlardı.

Devrimci hareketin az sayıdaki ileri görüşlü yönetici grubu, emrindeki devlet baskı araçlarının güvenliği altında, merkezi politik kuruluşların kaldırılmasını sağlayabilecek güçteydi. Böylece bütün maddi kaynaklarını ve politik enerjilerini bu konuyla ilgili sorunların çözümlenmesine verdiler. Buna karşılık, köylerde devrimin amaçlarına uygun politik bir alt yapının kurulmasına yeterince önem verilmedi. Bunun sonucu olarak da, Türk halkının beşte dördü, öteden beri ''taşrada ekonomik ve sosyal hayatı denetim altında tutan kuvvetlerin'' elinde kalıyordu.

Toprak sahipleri, tüccarlar, eski devlet ve din görevlilerinden meydana gelen, ''eşraf' deyimiyle adlandırılabilecek olan bu grup, ''aşırı bağnaz dini liderlerin etkisi altında bulunuyor ve ekonomik statükoya bağlı kalıyordu. Bunlar sosyal değişikliklerin karşısındaydılar. Otoritelerini tehlikeye düşürebilecek her çeşit rekabetten kaçınıyorlardı; tutuculukları, büyük toprak sahipleri, itibar ve otoritelerini taşranın ulaşılmazlığı dolayısıyla ellerinde tutabilen din adamları tarafından da korunuyordu. Milli devlet anlayışını ve cumhuriyeti, hükümetin kendi bölgesel üstünlüklerine saygı gösterdiği ölçüde benimsiyorlardı. 

Kemalist öncüler bu ''hareketlerin sert nüvesi'' ile zaman zaman anlaşmalara varmakla kalmayıp, sürek1i bir anlaşma olan iktidarı bölüşmek alternatifine de taraftardılar. Ayrıca, CHP'nin binlerce memuru ve ileri gelen kişileri bir araya getiren bir ''şan-u şeref partisi'' olmasına da göz yumuyorlardı

CHP'nin, iç politika alanında faaliyet gösteremez bir duruma düşmesiyle, burjuva devriminin gelişme olanakları da zorunlu olarak azalmaktaydı. Milli kurtuluş savaşı döneminde olduğu gibi, büyük halk kitleleri devrim hareketinin dışında tutuluyordu. Anadolu köylüleri ''milli politika alanından çok uzaktılar; köylere yalnız halkın çok korktuğu ve nefret ettiği jandarma ve vergi tahsildarları giriyordu. Cumhuriyet Hükümetinin jandarma baskısına son verememesi, ''bölgesel feodalizmi bastıramaması'', otoriter cemiyet ve aile yapılarını değiştirememesi, köylünün bağımsızlaşmasını engelliyordu. Böylece, feodalizm ve gelenekçilik, mutlak politik gücünü büyük bir ölçüde yitirmiş olsa da, ekonomik ve ideolojik gücünü korumaktaydı.

Bu durumun yol açtığı çıkmaz, çağdaş ilerici edebiyatta da görülür .Cumhuriyet döneminde eşkiyalığın yeniden dirilmesini konu alan, ünlü Türk romanlarından birinde, köylünün feodal dönemlerdeki gibi ezilmesi ve sömürülmesi sorunları, tek bir kişinin ağayı öldürmeye kadar giden davranışlarıyla çözümleniyordu".

4.11.12

önemli olan söyleyebilmek değil derinden sevebilmektir



masumlar
kaçakkova Burhan Sönmez’in Masumlar Romanı’nı akademik dilde eleştirmiş. Onun üzerine burada fazla söz etmek istemiyorum. Bu merak ile,  Onur Caymaz’ın Gece Güzelliği ve Sanki Yarın Nisan kitabına ek olarak,  İdefix siparişime  bu romanı da ekledim.  

Kitaplar okundu, ben bir süre daha eski ben olamayacağım.
“Önemli olan şey doğada olup biteni yorumlamak değil, onu canlı lehine değiştirmektir” gibi söz eden K.Marks’ın Kapital’inin birinci ciltine, dört ay önceki  kaldığım yerden devam edecek pozisyon arıyorum. 
                 * * *
Önemli olan sevgiyi yorumlamak ve sevdiğini söyleyebilmek değil, derinden sevebilmektir.
Masumlar bir bölümünde  bunu kanıtlıyor.
Okunacak bir kitabın ilk ve son cümlesini merak ederiz ya en çok. Ön yazısı, arka kapak yazısı, rast gele seçilmiş sayfalardan aklımıza takılan cümleler... o kitaba para verip okunmayı hak edip etmeyeceğini test ederiz. Sevgili kaçakkova söz edene kadar, Burhan Sönmez'i politikacı kimliğiyle tanırdım. Aynı politikanın gönüldaşı olsak da, romancı kimliğiyle bir başka etki bıraktı değer ölçülerimde.
Sözü fazla uzatmadan,
 Masumlar'ı ".." tırnak içine alan ilk cümlesi:
“Benim vatanım çocukluğumdu ve ben büyüdükçe uzaklaştım ondan, uzaklaştıkça da o büyüdü 
içimde.”

Ve son sözleri:
-Feru:-Tawo, ben  ‘sır kitabı’mda şiir falı açarken ortak geleceğimizi görmüştüm.
+Tawo:Bana bundan söz etmedin.
-Zamanı gelince söyleyecektim.
+Yıllar önce okuduğum bir roman vardı, kendimi onun içindeymiş gibi hissediyorum.
-Nasıl bir roman?
+Bir adam bir kadına aşık, ama duygularını açmaya korkuyor.
-Hiç mi dile getiremiyor duygularını?
+Adam bir gün cesaretini topluyor ve kadına aklının korktuğu ama kalbinin istediği şeyi söylüyor.
-Kadın ne yapıyor?
+Bu değil önemli olan romanın sonu.
-Romanın sonunda ne oluyor?
+Kadın canına kıyıyor.
-Demek ki seviyor.
+Seven herkes ölüyorsa, seni bundan uzak tutmak isterim Feru.
-Bunun tek yolu susmak mıdır?
+Aklımın korktuğu ama kalbimin istediği şey…
-Sus ve öp beni. Hep bu anı bekledim. Bir daha öp beni.
Sessizlik olur.
Sesszilik devam eder.
Bir tren sesi yavaş yavaş uzaklaşır.

Bir yazarın içinde şairlik ve filozofluk yoksa, altı çizilecek cümleleri de yoktur.

24.8.12

herşeye rağmen...!

Paco Cepero/Marina

Güneyde yaşamak güzel de, doğu-m ölüm kusarsa, tatlı yerken genzinize acı kaçabilir!

Ispanyol Bask'lıları, doğudaki Kürtlerin çoğu kadar "ikinciliğe" itilmemiş. Bask'lılar, orta burjuvazinin milliyetçi örgütlenmesiyle özerklik kazanmışlar. Dünyanın sonu olmamış.
"Kaderini sen tayin edemedin, bırak kendisi tayin etsin" demiş sol duyu.

Sonra da hep birlikte, Paco Cepero'dan Agua Marina'yı dinlemişler.


Egemen milliyetçilik özünde, "millet sevgisi" yerine öfkeye, kuruntuya, korkuya, nefrete ve silah tutkunluğuna dayandığı belli.

Çoğunluk içindeki azınlığı milliyetçiliğe iten nedenler ise-genellikle-  ilgisizlik ve horgörü olur.

Bir ucu zora dayanarak verilen bayatlamış haklar, alanı verene karşı minnettar yapmaz, onların gönlünde sevgi tomurcuğu üretmez. Vereni eskisinden daha da zora sokar. Kaynaklar silaha, kanlar dereye akıtılır.

Ancak,
Bütünlüğe direnen azınlıkların, kendini kurtarmak ile senarist finansörlerin piyonu olmak arasındaki farkı bilmediklerinde, emeklerinin karşılığını asla alamazlar. Aslanın payını  kurtlar kapar. "Kurtlar bulanık havayı sever".

Sendikal alanda da, Kürt sonunda da durum böyle.

HAK öfkenin düellosundaki bilek güreşinde değil, sevgi ve sorumluluk terazisinde tartılırsa,  baruta gidecek finans,
doğu ve ortanadolulu garibanların cüzdanında, güney ve kuzeyimizdeki tatil bölgelerine gider.


"Hak verilmez alınır" önermesini büyük olasılıkla K.Marks yaratmıştır.
 O'nu sevmeyen yanıltmalıdır, yanıltamayanlar bileğini öpmeli....

29.5.12

kürt-aj

kürtaj=uludere katliamı denklemini kurmuşlar.
Evet, kürtaj ile uludere katliamı arasında bir ilişki vardır.  O da “kürtaj” kelimesinin sadece ilk dört harfinden ibarettir. Kürt-aj.
Ayrıca öldürülen kürt ile kürtaj arasında çok yaman bir zıtlık da vardır. Kürtleri Uludere’de katledenleri cezalandıramayınlar,
 “kürtajcıları”  cezalandırmayı düşünmüşler.

Bir dini ritüel, kapitalizme ucuz nesil üretme politikasının bir parçası, “en az 3 çocuk yapın” talimatnamesinin bir üst basamağı=doğum kontrolüne karşıcılık….. 
politika matematiğne göre doğru denklem budur.

  Kadının öz bedeni üzerinden politik rant çıkarmayı hiç insancıl bulmuyorum.
İş kazalarında ölen insanlar konusunda bu kadar kafa yormayanlar,
hissetme yeteneği olmayan bir cenin üzerindeki hassasiyetleri de çok yaman!

Bir başka hükümet gelir de, "sünnet olmak kürtajdır" derse ne olacak?

Kapitazlizme inat, sokağa atacağın kadar değil, gözün gibi bakacağın kadar çocuk yap.

4.5.12

Meliha Güneş ve türkü tadı

-->

Meliha Güneş  40 günlük bebek iken  Muş depreminin yıkımından bir rastlantı sonucu kurtulmuş, oradan Ankara’ya yerleşmiş şanslı insanlardan biri.  

Meliha Güneş’in müzik hayatının,  birbirinden farklı üç döneme ayrıldığını anlıyoruz.
İlk döneminde oldukça coşkulu, iliklerine kadar heyecan duyarak söylediği türküler, bir süre sonra zor  dönemden geçtiği hissini uyandırıyor. Bu döneminde  birkaç türküsünde kırılma, mekanize ruh, hüznün notayla uyuşmazlığı izlenimi veriyor…
Son  birkaç yılda  toparlandığını ve  profesyonelliğin tahtına tekrar yerleştiği, güncel yaşamındaki coşku ve moral katsayısından ve bunun müziğine yansıyışından anlaşılıyor..

Profesyonelliğini, soy adından aldığı “Güneşin Kızı” ünvanıyla eşleştiriyor sevenleri.
“Deprem Kızı”,  yurdumuzun  doğusundaki  halkın kara kaderine tanıklığını hafızasından silmemiş,  sesinin tellerine ve duygusunun kıvrımlarına yerleştirmeyi başarmıştır.
Moral hamurunu, uygarlık yarışında nal toplayanlara karşı duyduğu öfkeyle yoğuranlardan biri.

  Toplumunun dışlanan kesimlerine karşı limonata tadında bir tavır ki, öfkesini bir demet gül arasında sunabileceğini, hayat felsefesinin sözlere dökülen kısmından ve sosyal ilişkilerindeki hümanist ataklığından anlıyoruz.

Ses frekansındaki sinüsoidal dalganın  fiziksel güzelliğiyle eşleşen valsine rağmen, magazin medyasının ilgi alanı dışında kalışı,  seçkin duruşuna yorumlanabilir.
Sesindeki (aslında sesine yansıyan özel yaşamındaki) bütün (olası) pürüzlerin giderilmesi bir yana, artık böyle bir sesin, dinleme rekoruna gidecek müzik tarzına neden yönelmediği merak konusu? Naçizane böyle düşünüyorum.

16.4.12

ben dindar nesil iken

Din inancı, doğduğumuz gün kaderimize biçilen kültür normunun en klasik biçimi olduğundan, beni okuyan aslında kendini okumuş olacak. Kendini okumanın ötesinde, örneğine az rastlanılacak değişim-dönüşümün süreci okunmuş olunacak. Cesaretin, düşünmenin, iç özgürlüğün kişilik gelişimindeki etkisi okunacak. İçinde bulunduğum aile ve toplum gelenek-kültürüne empatik, sempatik, estetik, yeri gelince restleşik başkaldırının öyküsü okunacak... 

Böyle bir öykünün bütün detaylarını yazmayı düşündüm ama, esnek ve karmaşık yapısından dolayı şimdilik özetlemekle yetineceğim. Ancak, yaşamımda özleşen, yeni bir paradigmanın oluşumunu sağlayan noktaların dikkate değer olduğunu düşünüyorum.

İstemeseniz de, rekabet ve savaş dünyasında donanımlı ve mutlu birey olma yolunda bütün engelleri hayatımızdan silip, vals kıvamında ilerlenecek yaşam tarlası peşindeyiz. Yoksa, başkasının tercihine dokunarak ego tatmini değil eleştirel çabamız.

Bu niyetle, asırlardır iliğimize işleyen din kültürü, bireysel olduğu gibi, toplumsal irademizi de ipotek altına aldığından, farklı çıkışlara yönelmek çok büyük çaba ve cesaret gerektirmektedir.

Ben böyle bir ortamda dindar nesil iken, doğduğumda, kulağıma üflenir gibi, kuran ayeti okunduğunu biliyorum. Bebeklikten çocukluğa terfi ettikten sonra her sabah erkenden kalkan Babamın makamlı okuduğu kuran ile uyanırdım.

Bizde müslüman olmak bir ayrıcalıktı (şimdi de kalanlara öyle). On yaşıma kadar çocukluk dönemimde üçerli, altışarlı, onikişerli ve 12 yaşımdan sonra otuz günlük orucu eksiksiz tutmakla övünç duyardım; kendimi kahraman hissederdim. Bayramda Babamın elini öperek, orucumu O’na verdiğimi söyler, karşılığında para alır, sevinçle bakkala koşardım.

Çocuklar için büyükler tarafından, bayramlarda alınan hediyenin, harçlıkların, ilginin ve en üst değerde sevilmenin karşılığıydı dindarlık imajı. Maddiyat asla önemsenmez, maddi ihtiyaçlarımız bu yüzden bastırılmış gizli gerçeklerimiz olarak kalırdı.

Okula gitmeden önce ilk tanıştığım kitap, Kuran ve ammecüzü (kuranın bir kısmını içine alan) bir kitap idi.

Kuran kitabının, ailede anlamını kimsenin bilmediği “o ne diyorsa en iyisini der” inancıyla arapça okunuyor olması çok olağan, salt saygı ve iman gereğiydi.

Duvarda tam karşımızda bez bir çanta içinde asılı duran, başımızı her kaldırışta göz göze gelinen kuranın bizi her türlü kötülükten, cinden periden ve hatta cahillikten (burası geniş konu) koruyacağı bir güç gibi algılanır. Kuran olan odaya şeytan girmez. Kuran kitabının üzerine başka hiçbir eşya konulmaz, göbekten aşağıda tutulmaz.

Kuran kitabının öğütlerinin, yirmibirinci yüzyıl uygarlık düzeyinde, tam yaşanabileceğini akıl süzgecinden geçirmeye gerek duymadan, ona iman etmek yeterli.

Böyle bir güdüleme serüveninde dindarlık sıfatı gurur duyacağımız ve cennetin anahtarının sağ cebimizde olduğu garantisini pekiştiren bir ruh dinginliği.

Ben dindar nesil iken hafızamda ve gönlümde anıt gibi duran kavram dürüstlüktü. Şüphecilik, adeta şeytan karakteri gibi algılanan lanetlik bir şeydi. Şüphecilik inkarcılıktı ve cezası “arasat dağı”nda, “sırat köprüsü”nün altında kaynayan “katran kazanı”na düşmek ve orada işkenceyle yanmaktı.

Bize cennetin renklerini gösterip, dünyalıklardan soyutlayarak, uyumlu, miskin “allahın adamı” sıfatıyla övülmek için, bütün söylenenleri özümsemeye çalışırdık.

En yalnız kaldığımız zamanda ve yerde, “biri bizi gözetliyor” duygusuna biraz da korku karışan davranışlarımızı, hatta içimizde tuttuğumuz duygu ve düşüncelerimizi dizginleme gereği vardı. Herhangibir söz ve davranışımızı, bizi yukarıdan gözetleyenin nasıl karşılayacağını kaygı eden bir korku ve tedirginlik içinde kısıtlardık. Böyle durumlarda en garantili yolun, büyüklerimizi taklit etmenin dışında hiçbir özgün davranışta bulunmamaktı. Hırsızlığın, haksızlığın, benzer belaların bu duygudan yoksun kalındığı için kolay yapıldığına inanırdık.

Herhangi bir konuda hareket, söz ve davranış sınırlarını-ölçüsünü kendimiz koyarak, diğer bireyi kendi çemberimizde sorgulama misyonunu üstlenirdik. Biz oruç tutuyorsak, diğerinin oruç tutmadığını sorgulardık. Faizli para kullanmaya “dinden çıkma” korkusuyla cesaret edemiyorsak (ki aslında diğer bireylerin kınama endişesi ağır basmaktadır) döviz kurlarının nemasından yararlanarak, maddi kazanç yolunda hülle yapmayı seçenler köşeyi dönen yeşil sermaye gurupları olduğunu bildiğimiz halde, politika arenası bu alanı sorgulamamızı önlerdi.

Hadis ve ayetlerde döviz konusu işlenmemiştir. Oysa, faiz ile aynı kapıya çıktığını düşünmek bile istemeyenler saf dindar kalabalıktan ayrılsa da, onları avuç içinde tutmayı başarıyorlardı.

Kendisi alkol alıyorsa, diğerinin alkol alması konusunda esnek davranır, sigara içmeyen içeni sorgular, kendisi içiyorsa sorgu halı altına süpürülür.... gibi. En katı tutumumuz, bizim inandığımız kıvamda inanmayanı insan saymazdık.

Din’ler moral konusunu “huzur” ile açıklamaya çalışırlar. Dinler kılçıklı moralin (moralsizlik) alt yapısına müdahale etmek yerine, ondan kaçınmayı, tıkırtının, çatırtının geldiği yöne bakmak yerine, ona gözleri-kulakları kapayarak yok saymayı öğütlediğini sonradan, eleştirel düşünme cesaretini kendi iç özgürlüğümde bulunca anlamaya başladım. 

“Tevekkel Allah” sözüyle, “Allaha güven, gerisini merak etme ama tedbirini al” anlamında kurulan ikinci eş cümle ile, aslında “sen allaha güvenme, kendi tedbirini kendin al” demek olduğunu “iman ve diyalektik sürtüşmesi” olarak kabul edebiliriz.

“Sabır” ve “şükür” kavramı “moral katlini” yok etmek yerine yok saymayı ifade eden bir şeydi… Sartre bu durumu şöyle açıklar: “korkudan kurtulmak için tüm hedeflerini karartmıştır”.

Hayır ve şerrin allahtan geldiğine inanmak ile, şerri kaldırmak için kurulan şeriat hükümeti arasında temel çelişki olduğunu düşünmeleri imkansızdır. Allahtan gelen ile savaşmak şeriat hükümetinin ya da dindar bireyin iç çelişkisini fark etmek, salt iman engeline takılır.

Buna benzer bir yığın çelişkiler, bir düş, hayal, ütopya kapsamında sürdürülebilir ancak. Gerçek yaşamın ritüellerini daha somut veriler üzerine kurduğumuzda, daha özgün yaşayacağımızı düşünebiliriz.

Aslında lider dindarların günümüzde, binbeşyüz yıl önceki din kurallarına göre yaşamadıklarını, hayatlarının asıl dayanaklarını beşeri sistemlerin ürünlerini taklit, hatta onların deyimiyle iktibas ettiklerini biliyorum. Örneğin, zengin olmak, kendi çıkarı için çevresindekilerin çıkarını gasp etmek, ayetlerin anlamlarını değil, imalarını kendine yontarak, dünyalık eylemlerindeki ego kalıntılarına onay uydurmanın, çok yaygın bir taktik olduğunu düşünüyorum.

Bütün bunlardan daha özgür düşünme yeteneğini kazanmamda şevket yücel’in katkısı çok büyük oldu.

Aklıma vurulan kelepçeyi sökmek için önce “farkındalığı” kazanmaya çalıştım. Farkındalık insan beynindeki mevzide uyuyan bir potansiyel gibi. Bunu tetiklemek için birkaç hamle gerektiğini deneyerek öğrendim.

Hamle deyince akla önce iç özgürlüğü önemsemek gelir. Farklı yaşam biçimini merak edip de bardağın dolu yanını görmeye çalışabilmek için ilk adımı atma dürtüsü nasıl doğar insan beyninde?

Bıçak sırtı gibi bir durum; ince ve keskin.

Düşünün ki, benim yerime her şeyi düşünmüş olan biri var, o benim kişilik, kimlik ve yaşama biçimim üzerine proje yapmış olmalı. Öyleyse soru sorma ve merak giderme hakkım olmayacak mı?

Bunun sakıncası aklımı karıncalandırmıştı. Bireysel güdülerimin, ufkumun, farklı yanlarımın, bütün kişilik ölçülerimin farkında olmayan, benim ve bütün cemaat üyelerinin üzerine aynı şablonu koyarak, bir ergenin mastürbasyon ihtiyacını peygamberin hadisiyle biçimlemeye çalışarak, günümüzü yaşamaya çalışmak.... gibi bir biçim elde etme projesi, benim farklılıklarımı ve özellerimi yok saymasına nasıl katlanılabilir.

Örneğin, “özgürlük” heyecan denizine açılacak olan teknenin en ideal motorudur. Özgürlüğün özgürlüğünü doğru yerinden zapt etmek gerekir yoksa, evrenin sonsuzluğunda içine hidrojen üflenmiş bir balon gibi yokluğa doğru savrulmak da var işin içinde.

Özgürlük ile korku, ateş ile barut gibi, asla bir kişilikte barışık duramazlar. Toplumun üzerinde kişisel çıkar yapılandıran güçler, korkuyu özgürlüğün üzerine çullandırırlar. Özgürlük boyun eğmez, gücü azaldığında ancak intihar eder. Meydan korkuya kalır ki, toplum insan olmaktan çok, robotlar atelyesine dönüşür....

Ben dindar nesil iken de çok kitap okurdum birçok dindar nesil gibi. Eski okuduklarımın yeni kişiliğim ile okuduklarımdan farkı, son zamanların güncel yaşamına muhalefetliği yakalamaya çalışan, eskinin farklı anlatım yazılarından başka şey değildir.

Kuran öğretilerini bilim karşısında güç duruma düşüren ayetleri ve hadisleri sündürerek yorumlanan kitaplar cankurtaran simiti gibi gelir dindar nesillere. Kitap içeriklerinin tutarlı olup olmadığından çok, “laf geçirme” diye tanımlanabilecek yeni sözcüklerle eski öğretiyi biraz da sloganımsı anlatan yazılar....

"Ben dindar nesil iken gururumu ayakta tutan en dinamik özelliğim, dürüstlüktü" dedim yukarıda.

O kültürde dürüstlük sıfatının rajonu, “karşılığı düşünülmeyen, salt vericilik”ti. Sanırım asrın modern belası olan Kapitalistlerin işini kolluk kuvvetlerinden de önce koruyan, kolaylaştıran bir etkendi din inancının dürüstlük anlayışı. Salt vericilik ve itaat yanı beslenen bir nesil yarattıklarında, işleri büsbütün kolaylaşacaktı.

Kaldı ki dürüstlüğün, dinlerin tekelinde olmadığı pratik hayattan da kolayca anlaşılabiliyor.
............
geniş konu, uzun hikaye...

2.4.12

duygusal kumrunun, kumrusal ben hayranlığı


Yıl 2012, Baharın Nisan ayı idi . Kaygıları tartışılsa da, henüz politikanın bu kadar çığırdan çıkmadığı yıllardı.
Avrupa birliğinin insani yasalarıyla cilveleştiğimiz, ucuz politikalara rağmen, nispeten güzel şeyler de vaad edilen zamanların son günleriydi. Sosyalleşme umudumuz politikleşmeye esir düşmemişti henüz. Baharı, şiiri, edebiyatı, sanatı, romantizmi, tatili... ve bil umum güzel şeyleri hissedebiliyorduk.
Bu yazı ve video, o ruh haliyle ilgi alanımıza sızan ve o zamanda karaladığımız manzaralardan biriydi:
***
"İşte bööle bööle böööle tıngırdatırken, havada kişneşen kumru sesleri tabandaki çekirge sesine çakılıvermişti. Yalnız sesiyle değil ki, az sonra bir kumrunun sol yanımda, biletsiz konser izleyen bir gariban gibi tünediğini görecektim. Fırsatı ganimete dönüştürme zamanıydı. Bu bir teklifti sanki.
Kameramın namlusunu, gez-göz ve arpacıktan tam kumrunun kalbinin ortasını nişan almıştım.
Bir orkestaranın bileşenleri olarak içimiz gıdıklanıyordu.
Bahar ayının ılık bağrında yer vardı bu aleme. Orkestra en doğal yoldan ancak bööle kurulabilirdi; biz de bööle kurmuştuk. İddialıydık. Meydan okumuştuk bütün o seslere. Rakipsizdik. Artık Ajdar efendi kendine yeni rakipler arıyordu. Acuna da ihtiyacımız yoktu. Hiç olmazdı zaten...
Biz üç kişiydik. Çekirge, kumru ve ben(deniz). Kumru kanadından bir kalem koymuştu ortaya. Gökyüzünün mavi zemini üzerine küçücük bulutlardan mürekkep damlatmıştık. İmzaladığımız kontratın kalemini bu mürekkebe batırmıştık.
Kefilimiz karşı zemin kattaki Çingene Hayriye idi. Hayriye bütün hücrelerine kadar müzik insanıydı. Üçgen sac ayağı dayanışmamızı kareye dönüştürmek için Hayriye’ye teklif götürmüştük.
Hayriye, “ben assolist olurum” demişti. Çekirge, “ben vokal yaparım”. Kumru, “ben dans ederim”. Ee, bana da tıngırdatmak kalmıştı. Keyiften dört köşeydik...
 “Fabrika kızı” bir rastlantıydı. Tıngır-mıngır hayriye, gel beriye beriye....
derken, bu günlere geldik. Hep virüs, ölüm, kriz ve korku ve siyasi kumpasları konuşuyoruz artık! Baharı ve aşkları değil...

20.3.12

Blog yazmanın düşündürdükleri



Yan sütunda “ayın en çok aranan başlıkları” var. Bu başlıkları görünce arada bir gözden geçiriyorum. Yıllar önce hangi acelecilik ve ruh haliyle yazılmışsa, bir yığın yazım ve kurgu hatalarıyla karşılaşıyorum. Bu konulara gösterilen ilgi o hataları düzeltme sorumluğu yüklüyor bana. Zaman sorunum yine aynı olsa da, yazıların özüne dokunmadan, yazım hatalarını ikinci müdahale avantajıyla bir şekilde ayıklamaya çalışıyorum.

Blog yazmak benim için geçici bir heves değil. Eskiden yerel gazete ve dergilerde, ulusal gazetelerin konu yorum bölümlerinde bir şeyler karalarken, internet avantajı bu işi daha seri yapmamıza yaradı.
Okumak yemek gibiyse, bilgi vitamini ufkunuza güç katıyor. Hep vitamin depolamak bir süre sonra  nasıl ki kolestrol, yağ gibi olumsuzluğa dönüşebiliyorsa, ardından spor yaparak dengeleri sağlıyorsunuz.
Yazmak  da okuyarak ve düşünerek ufkunuzda biriktirdiğiniz bilgi enerjisinin fazlasını deşarj ediyor, onu daha rahat işlerliğe dönüştürüyor, yenisine yer açıyor.

Bilgi enerjisinin asıl önemli bölümünü günlük yaşantımızda davranış, algı, üretim ve moral olarak harcıyoruz.
Bireyin günlük tükettiği elektrik ve su miktarı uygarlık ölçüsü sayılıyor da, öğrendiğimiz, ürettiğimiz ve tükettiğimiz bilgi miktarı neden uygarlık ölçüsü sayılmasın.

Hani “mutlu toplum” istatistiğinde yoksul bir Afrika ülkesi en başlarda yer almış ya? Bazen düşünüyorum da acaba mutlu olmak için hiç düşünmesek mi? Mutsuzluk sorunları fark etmek ve karamsarlığın morale yansıması ise, mutluluk ancak bir şeylerin farkına varamadan yaşamak olabilir.
 Frekansı düşük mutluluklar çoğaldıkça, onura kadar dayanacak ve sonunda onu da elimizden alabilir ki, kalsın.

  Konuyu dağıtmayalım lütfen. Ne diyorduk? Blog yazmak... Hani nerde o birkaç yıl önceki hevesler ve aktif yazanlar?
İlgisizlikten hatta bilgisizlikten Blog asla terk edilmemelidir.

İlgi dediğimiz reyting ise,  durun biraz düşünelim:

En iyi amatör yazanlardan istisna vardır ama, ünü ulusal kaynaklarda tescillenenler en fazla reyting alıyorlar. Buna ek olarak  bel üstü (dini) ve bel altı (seksi) konuları yazanlar en çok ziyaret ve katkı görenlerdir.

  Blogu “msn” gibi kullananların ziyaretçi sayısı da oldukça fazla. Bunları küçümsemiyorum. Hatta çok da gerekli olduğunu, insanoğlu-kızının bir başkasının günlük yaşamını merak etme ve ona göre bir norm oluşturma fırsatı olarak da görüyorum.

Biz ise mütevazi orta sıralarda, reytingi değil, motivasyon alışverişini aynı samimiyette sürdürebilenlerle muhatabız. Bazı Blog yazarları gibi burasının da ziyaretçi sayısıyla ile ilgili bir hesabı  yoktur Hele tarzınız ve konu seçiminiz protest ise, çok da balıklama atlanmasını beklemiyoruz. Bu tarz bloglara ilgi biraz cesaret ister hepsi o kadar.

Bir de “popülerlik” kuruntusundan söz etmeliyim. Profesyonel aydın,sanatçı, muhabir, ya da bu statüye ilk adımını atanlar, etrafıyla diyaloglarını koparıp, ya da yok sayıp, kendini “erişilmez” görenleri hiç sevmiyorum. Yazınızın altına yorum yazılıyor ve siz en ince nezaket ve dikkat ile onu cevaplıyorsunuz. Bu öncelikle sizin insana olan saygınızdan geliyor.
Blog yorum penceresinde asıl yazı ile ilgili yorumlara verdiğiniz karşılıklar yazanı ve aynı zamanda tartışarak okuyanı motive edeceği kesindir. Bu durum sizi daha sorumlu düşünmeye ve yazmaya itecektir. Böylece toplumsal iletişim, bu teknolojik olanaklarla daha da ritimli hale dönüşecek, davranışlarımıza yansıyarak, ortak doğruları egemen kılmada gereğini yapmış olacağız. Buna dikkat eden birkaç Blog yazarını saygıyla anıyorum. Onlar kendilerini bilirler.
 z.örer

18.3.12

Karıştırma pohu çıkar

aşırı zenginleşmenin formülü

Adamın biri yoğurt satarak zengin olmaya karar verir. Kafadan bir hesap yapar, günde şu kadar satarsa bu kadar kazanacak. Üretimde yoğurt miktarı o kadar çıkmaz.
“İneğe verdiğim yem süt olacağına bok olmuş”  diye söylenir. 

Kara kara düşünceden Ak ak çıkış aramaya koyulur.

“Madem ki elde  bir yoğurt bir de bok var,  (un var şeker var) öyleyse geriye pasta yapmak kalıyor” diye düşünürken gözleri ışıldar.

İlk manevrasını  yapar, yoğurt kaplarının tabanına inek bokunu, üstüne de bir miktar yoğurt koyar ve ambalajlar.

Muhasebeyi düz getirmenin sevinciyle,  yoğurtları pazara götürür.

İlk gelen müşteri yoğurttan  tatmak için kaşık ister.
Yoğurtçu hınzır bir gülücük ile, “karıştırma pohu çıkar” diyerek, isteği karambole boğdurur.

Müşteri anadolu saflığıyla kinayeyi hayra yorumlar, yoğurdu alır, parasını öder.

Evde kaşığı bir saplar ki ne görse!  
Üstü beyaz altı yeşil! 
Koşarak satıcıya gelir, “ulan sahtekar yoğurtçu... diyerek başlar ve ne kadar bildiği küfür varsa savurur. Sinirleri yatışmıştır artık.

Yoğurtçu bu anı sabırla bekledikten sonra, kalabalığın gözlemlerine hitaben alır sazı eline.

 *Derdini söyle gardaşım, niye öfkeleniyorsun böyle! İnsan önce bir Allah’ın selamını verir ve sonra  sıkıntısını dile getirir.

-Kaşığı bir daldırdım yoğurt kabına, altından bok çıktı!”  Anlamıştım yılışıklığından, bu işte bir bokluk olduğunu.

*Ben sana demedim mi “karıştırma pohu çıkar diye?”  Alla allaa, bu insanlar da hiç laftan anlamıyolar ya! Eğitim şart bu millete gardaşım, eğitim şart. Ahlak da ondan önce şart.  Dürüstçe uyarıyom, adam geliyo beni suçluyo.  Başıma ne geldiyse dürüstlükten geldi zaten. Böylelerine var ya, kabına yoğurt bile koymayacaksın, sadece bok yedireceksin. Bok al bok sat bokoğlu boktan laf yeme. Hasminallahu ve ni mel vekil ni mel mevla...
z. örer

14.2.12

sevdeal

“Sev” deyince aklıma sevgili gelir
aklım sevgilinin asaletinden gelir.
leb sevgilinin “leb”inden,
 aç tavuğun düşü leblebiden gelir.

Şıpsevdinin yolu dudağın kırmızısına düşerken,
 aşkın kırmızısı dudaktan kalbe gelir.
iki gönlün birbirine akorduna aşk dersek
mızraplar esnek ise fırtınalar vız gelir
z.örer

8.2.12

algıda seçicilik farkındalıktır

duymak ve anlamak
Politik söylemlerde sık duyduğumuz bir sözcüktür “algı”. Bir konunun anafikrine odaklanmanın ölçü birimi gibi kullanılır. “Algı” ile “farkındalık” aynı anlamı içeriyor gibi bilinse de, “farkındalık”ın bir adım daha derine işaret ettiğini düşünüyorum.

İçten ve dıştan gelen uyarıcıların duyumlar aracılığıyla anlamlı hale getirilmesine algı denir.
 Farkındalığı ise “odaklanmak” olarak yorumlayanlar var. Ortada dolaşan yorumlardan, TDK’nun algı yorumuna daha yakınım.
.
Algı, Bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varma, idrak: “Bakmak için algılarımız yeter, görmek içinse salim bir kafa, ayıklık, şuur gereklidir/TDK

Tanımın asıl cümlesi algıyı belirtirken, eş cümlesi farkındalığı anlatıyor gibi.

Elinize tutuşturulan bir cismin ne olup olmadığını, eleştirel analiz sonucunda anladığınızda, bir ağırlığının dışında bir de özelliğinin olduğunu fark edersiniz.

“Algı”, fotoğrafik, “farkındalık” ise çözümleyici, yani diyalektik sürecin vardığı yer olarak düşünülmeli.

Bir olayın haber değeri, varmak istediğiniz sonca göre biçimlenir. Ya da, varmak istediğiniz sonucun üzerinde o haberin sizde uyandırdığı etkiye göre ya algınıza bir albüm malzemesi gibi girer, ya da değiştirmek istediğiniz sonucu, ona etki eden faktörler üzerinden yürümeyi amaçlarsınız.

Politikacıların mangalda kül bırakmayan “van minıt”larına baktığımızda, kimi onu sadece coşkusuyla algılar, kimi de algıladıktan sonra ne, nasıl, niçin, kim için...? gibi soruların cevabına göre amaca katkısını farkeder.

Birkaç örnek ile açalım mı? (kapatmayalım, açalım) Ehh, günah benden gitti:)

İngiltere’de bir trafik canavarı Enerji Bakanını yerken,
bizde rüşvet canavarı, suçluyu arayan  savcıları yer.

Alman savcıları, tarihinin en büyük canavarını yerken,
Bizde rüşvet canavarı, Almanya’nın canavarından beş kat daha fazla büyür.

Uludere katliamından sonra, etik değerler ve insana olan saygı yüzünden hükümetin düşmesi beklenirken, durum kapitalist yöntemlerle (sadece tazminatla) kapatılır, canavar taca atılır.

Canavarların damak tadı neden bu kadar farklı ki!

Bizim TBMM'de 251 suç dosyası dokunulmazlığa bürünmüşken, savcının güdümsüzü dokunulmazlığa bürünemez.

Yazar kovalayan güdümlü savcı ile canavar kovalayan savcılar arasındaki farkın, artıdeğer olarak kapitalist servetin çekirdeği olup-olmadığını Das Kapital’den sorabilirsiniz.


Egemen sınıf her ülkede bilgisiz ve farkındasız çoğunluğun üzerinde oturur. Fransa, İngiltere, Almanya’da da öyle, bizde de öyle.. ama onlardaki farkındalık oranı (ya da canavar) ile bizdekinin farklı olmasının kökenini soruyor muyuz?

Avrupa toplumu ile bizim yaşam biçimimizi belirleyen kültürün kökenine inmeden, “hem kel hem fodul olunabilir ancak. (Burası uzun hikaye ve aynı zamanda konuyu dağıtma olasılığından dolayı, geçelim)

(Sözde) demokrasi dünyasında,

Azınlık olan “işi düzgünler” partisine oy verirlerken “farkındalığı” temel ölçü olarak alırlar.

Halk tabakasında yaşayanların büyük çoğunluğu  ise, temel çıkarlarını iğdiş eden önlemler büyüsünden kurtulmaları için “uyartım akımına”* ihtiyaçları vardır.

İngiliz ya da Alman seçmeni ile Türk seçmeni arasındaki en büyük fark nedir?
Bir trafik suçundan dolayı ar damarına değer vermek zorunda kalmasını sağlayan güç nedir?
Din mi, ahlak mı, etik mi, idam mı, cehennem mi, işsizlik mi......?

Bizimkiler dindar nesil yetiştirmekle açığın kapatılabileceğini umuyor olabilirler. Birçok çağdaş yasayı aldığımız ve tamamını aldıktan sonra bizi aralarına kabul edeceklerini düşündüğümüz Avrupa birliği de dindar nesil sayesinde(!) malum canavarlarını ayarlayabiliyor olabilirler mi!

MÜTEVAZI:"Sözün aslı Arapça’dır ki, tevâzu sâhibi demektir." bir arkadaş böyle açıklamış.
"tevâzu"nun aslı nedir? diye sorduğunuzda tanımın tılsımı bozulacaktır.

Bir bilinmeyeni başka bir bilinmeyenle açıklama cesareti göstermeye “dindar nesil algısı” denir.
Üstteki örneklerdeki gibi karşılaştırmalı analizler iman etmeyi değil, itiraz etmeyi gerektireceği kesin.
-------------------------------------------

Hayatımın bir bölümünü dindar  biri olarak geçiren bendeniz, “dindar nesil”i ayrıca yazma gereği duyarım.

*uyartım akımı:hiç çalışmayan bir jeneratörün sargısına 10-15 volt gibi bir gerilim verildiğinde, jeneratörden 220 volt alınabilir.

26.1.12

başlık ve aşk'lık parası

T-kızım, sana kaç lira başlık parası verdiler?
S-Bizde başlık parası olmaz teyze.
T-Ne!  bizim oralıya varsan senin bu güzelliğine çuvallar dolusu başlık parası verirlerdi.





S-Canım, sen benim için neden başlık parası vermedin:)
Z+ Sana verilebilecek para dünya bankasında yok ki bende ola. Ama tüm bankaların alamayacağından çok daha fazlasını, ömürboyu ödemek koşuluyla, hesabıma yazabilirsin...
S-Teşekkür ederim, borcun kalmadı hayatım.
z.örer

15.1.12

nazlı-can

nazlıcan


burdan
 her gülen  güldüğünü sanmasın
güller yakamdan  ayrılmasın, 
gülleri severim, gülenleri de
gülü gülenlere,
dikeni gülmeyenlere kalsın.

gül yakamda NAZLI ama
CANlısı dalında kalsın./z.ö.
                                               



bu yazının devamıen kısa zamanda...

4.1.12

ölümsüz umut


bir rüzgar eser, içinde polen saklı
bir rüya görürüm, rengi pembeye çalar
bir bahar belirir mevsimin ortasında
bütün renkler çıldırırken moda illüzyonuyla,
gaspotizm yeryüzüne ölüm kusarken,
kırılırken gökyüzünde gerçekler,
ütopyamda herşey tozpembe/z.örer







not: bu yazının devamı aklımda