AHMET KAYA:
Ahmet Kaya kendi gerçek ölümünün ağıtını haykırıyorken türkülerinde, onu her zamanki “müzikseverliğin eğlencelik serseriliğine” vuramazdık.
Deniz Seki’nin “acele” şarkısının vijdanımda bıraktığı izde de öyle…
Düşünüyorum, daha doğrusu düşünemiyorum, ölüm ve mahkumiyet sonrası ortaya çıkan türküleri isyanın avazı olarak, nemli gözlerle duyabiliyorum; başka türlü anlaşılmıyor.
“Nasıl anlatsam ki!”
Word sayfasında üç gündür terk edilmiş bir cümleydi bu.
Hani, hislerin arada bir aptallaştığı,
tüm kaslarınızın yerini yumuşak dokulara bıraktığı,
efkarınızın makamını yitirdiği
ve
doğal yaşama olan ilgi zincirinin koparak tek dünyaya kilitlendiğiniz anlar olur ya?
İşte öyle bir potansiyel ile cebelleşiyorum bu iki şarkı arasında.
Aslı astarı yeni ve bilinmeyen ve sürpriz bir konu olmadığını bilmek yetmiyor bazen. Duyargalarınızın en aktif zamanını gözleyen bir periyot mu;
öyle şarkıların kamçıladığı zamanın alınganlığı mı …
her ne ise öyle bir durum işte.
Kaslarımın doğal işlevini erteliyorken bir kapı, bir ışık arıyorum.
“neresinden başlasam ki!”
Yoksa hiç başlamadan, tecavüz pozisyonunda yüz üstü uzanıp, şarkıyı –daha doğrusu isyan narasını - müzikçaların- otomatik konumunda şarjı bitinceye,
kaybolmuş benliğimi biri bulup sol yanımdan dürtünceye kadar,
ya da
hiç olmazsa fantezi kıvamında düzenbazların ırzına geçinceye kadar
öylece kalmak mıydı yoksa gidişatım!
***
DENİZ SEKİ:
Yükleyen saklicennet
Her melodi asaletinin tutunacağı biryerler vardır ruhumda.
Deniz Seki’nin uyuşturucu kullanıp kullanmadığı beni asla ilgilendirmiyordu. Kimseyi de ilgilendirmemeliydi bilinen boyutuyla. Deniz Seki mahkum olduğu yılların ezikliğiyle yaptığını düşündüğüm, içli şarkısı günümün en az on saatına yerleşebiliyorsa, bunun nedeni bir dramın çıktısı olarak, hapiste yitirilen anların boktan nedenlerinin ortasında yaratıldığından olsa gerek. Ve bu öz duygunun melodiye yansıyışındaki derinlik…
Oysa bir aşk şarkısı bir kadın için “aşkın ekmekten de önce geldiği” doğasını anlayabildiğimden böyle olmalı.
“Kadını uyuşturucu değil, aşk mahkumiyeti bitirir” sanırım. Bu şarkılar belki de varolmanın haykırışlarından biri; öyle anlıyorum ve öyle dokunuyor ruhuma…
Ahmet Kaya’yı belki çoğu gibi ben de “Yorgun Demokrat” olarak tanıdım. O zamanlar demokratı “yoruyorlar”, taciz ediyorlardı. Çok korktuklarında 141-142’den ömür boyu mahkum ve bazen de idam ediyorlardı. Aslında mahkum ettikleri yorgun demokratlar değil, olası Sosyalizmin anlaşılması paniğiydi. Yani, egemenliğin para stokçuluğundan, alın teri sahiplerine geçirilme korkusu.…
“Kürt açılımı”na dayandırılması bir rastlantıdan ibaretti. Çünkü, Mahsuniler, Nazımlar, Nesinler… aynı korkunun “öcü”leriydi.
Ahmet Kayaların narası sert geliyordu ama, artık (komünistler için söylenen klasiklerden) “görüldüğü yerde vurulmayı” çok saflara bile izah etmek güçleşmişti bu teknoloji çağında.
Vurulmak yerine KOVULMAK daha ehven bir taciz yöntemi olduğu keşfedilmişti Avrupa Birliği sevdasından sonra. İnfaz kurşunlarının metalleri artık “çatal bıçak”a dönüşmüştü.
Taş yürekleri bile sarsacak olan bu şarkılar, bir yaşanmışlıktan türeyen acının naralarıdır. Ama arabesk ağalarının pragmatizmi ister istemez karşı tarafa savuruyor beni.
lan gadaşlar bu nasıl yara!